29 Kasım 2013 Cuma

       HABER BÜLTENİ
   Çözümü konuşalım. İyi patronu tenzih ederim öncelikle. Gelelim diğerlerine. Bir patron çalışanlarını sömürmek istediğinde en korktuğu şey isyandır. Bunu engellemek için yapması gereken ayrılık çıkarmaktır. İnsanları ayırmak için önce onları farklı olduklarına ikna etmek gerekir.
   Din, siyaset, ırk, cinsiyet, dil hatta fanatikleştirilmiş spor takımı taraftarlığı… Liste ne kadar uzarsa o kadar ayrılır insanlar. Ve bu konulardaki muhabbetleri de hiç bitmemelidir. Medyanın geniş gücü de kullanılarak bu sistem korunur. Karamsar haber bültenleri “Haline şükret sen.” desenli kavga ve korkuların reklamıdır aslında. Patronların eziciliğinin el birliği ile unutturulduğu bu ortamda dertler hiç bitmez. Hatta dertlerin sevilmesi ve mazoşist köleciklerin yaratılması için arabesk şarkılar bestelenir. İsyan da kadere, tanrıya, sevgiliye akıtılırak hedef saptırılır. Yeter ki birlik olup uyanmasınlar da…
   Tüm yöneticiler için tek konu budur işte. Kardeşliği unutturmak. Boyutu bir fabrika da olsa, bir ülke de olsa değişmez bu konu. Farklılıkları bir ayrılık olarak benimsetebilmek için sürekli uğraşırlar. Böylece öfke beslenir, birlik bozulur yarattıkları sistemde.
   Birliğin sağlandığı gün ise eşitliğe inanmayan tüm bu efendilerin de son günü olacaktır. O gün çok önceden haber verilmiş Din günüdür. Şeyhtan’ın Son Günüdür. Ayrılık çıkarmak için harfleri, kelimeleri bile sembolleştiren tüm şeyhlerin dillerini yutacağı gündür o. İçimizdekiler de dahil. O gün gelmeden daha çok kalbin sevgiyle tanışması için Levh-i Mahfuz okumalarını diliyorum. Sevgi dolu ve öfkesi alınmış bir kalple o güne girebilmemiz dileğiyle.
       ŞERİATIN KESTİĞİ ŞEYHTAN(parAmak) ACIMAZMIŞ

   Para bir araç. Fakat kimileri o araçları öyle zincirlemişler ki kendi garajlarına kimseye kalmamış yettiği halde. O araçları hırsla biriktiriyorlar durmadan. Bu hırsla kısılmış gözlerden nasıl geçsin ki yumuşak gözyaşları. Bu yüzden görmüyorlar farkında olmadan işledikleri cinayetleri. Nasıl alkollü olanlara öldürmesin diye araç kullanmayı yasaklıyorsak; bu hırslı zenginlere de harcamamayı yasaklamalı bir şekilde.

   Hmmmmm. İşte kısır döngü de burada başlıyor. O hırslı arkadaşlar var ya! Onlar zaten bu hırsları yüzünden zengin olmamışlar mıydı? Şimdi nasıl değiştirebilirler ki onları o yapan bu davranışlarını? Devrim şart onlara. Şeyhtan’ın Son Günü kitabında var o devrim. Hayretle okunulan, zekat konulu bölümde. İşte böyle şeriat istiyorum şimdi ben. Kesseler: Acımadı ki… Acımadı ki… yapacağım söz. Ve olacak bir gün bu şeriat eminim.

   O gün hepimiz, yeni araçlarımıza binerken şöyle düşüneceğiz sanıyorum. Para bir araçtı. Ve bu araç ciddi atılımlar yapmamızı sağlayan bir motivasyon kamçısı oldu eskiden. Görevini tamamladı ve emekli olma zamanı geldi. Çünkü artık zaman değişti. Zaten robotik devrimin gelişi Levh-i Mahfuz’dan belli değil miydi? Tüm canlılığı birleştirecek yeni aracımızın adı ne güzel. SEVGİ. 4 deği 5 harfli. Selam hepimize, sevgi ile.
Varsa yıkılmaz dediğimiz tabularımız. Onların yıkıldığı yer olur tabutlarımız.
Gözler görmüyorsa bazı şeyleri, uzun zamandır gözyaşlarıyla temizlenmedikleri içindir.
Peşinde koştuğum hayalin büyüklüğü kadar yalnızlaşıyorum. Gerçek dostlara yaklaştığımı bilsem de; sarılamadığım herkes kadar taşıdığım hüzün.

25 Kasım 2013 Pazartesi

ŞSG GELMEDEN RAHAT YOK

                ŞEYHTAN'IN SON GÜNÜ GELMEDEN RAHAT YOK HİÇBİRİMİZE,

   Özgürlüğün sınırlandığı bir varoluştur bizimkisi. Her ne kadar özgürlüğümüzü genişletmek için uğraşsak da yıkılan sınırların ardında yeni sınırlar belirir önümüzde. Hatalı olanın yönümüz olduğunu anlatmaya çalışan bir düzenek mi yoksa bu? Bu sebeple, özgürlüğün dışarıda değil içeride aranması gereken bir şey olabileceğini de düşünmekte fayda var. Belki de özgürlük, dışarıda aranılan değil içeriden dışarıya taşınması gereken bir bilgidir. İçe kapanık, ürkek olan her insanı şahlandıracak bir bilgi üstelik. Bu bilgiye ulaşan kişinin kendi barış dolu iç dünyasını dışarıda da görebilmek için öncelikle yaptığına inanması şarttır. Bu bilgi kökleşip inanç haline gelebilmelidir böylece. Çünkü insan, sadece inandığı kişidir.

  İçeride kim olduğumuza inanıyorsak dışarıya olan davranışlarımız ona uygundur. Yanlış her davranış ise bumerang gibidir bu sistemde. Düşündüğümüz kişi değilsek, beklediğimiz sonuçları da tam olarak vermez yaptıklarımız. Buldum artık cevabı diyen sabırsızın mutsuzluğa geri dönüşüdür bu. Bazen pes etsek de kim olduğumuzu öğrenmenin zorluğunda; bu pes ediş, yaşadıklarımızı değiştirmeyecek ve yaşam aynı yerden devam edecektir. Kayboluş içinde dolandığımız kendini bulma yolculuğu sona varmadan insana asla rahat vermez çünkü. Boşlukta yuvarlanmak, ayağa kalkmaktan ve düşünmekten daha kolay gelirdi aksi takdirde bizlere. Uçmak için yaratılmışlara, yer haramdır da diyebiliriz başka değişle.

   Şimdi yazacaklarımın içinde fantastik yaratıklar yok. Sadece benzetmeler var. Eskiden bilmediğim ve merak ettiğim, şimdi ise yavaş yavaş anlamaya başladığım bazı benzetmeler. Şeyhtan'ın Son Günü kitabıyla temizlenen tozlu yerler de diyebilirim kısaca. Bu yazıdaki her karakter aslında insanın ruh hallerinin tasviri. Konumuz yine özgürlük. İki ilüzyon içinde yaşarız bu yerde biz, adları cehennem ve cennet. Karanlığa cehennem, aydınlığa cennet dersek ve ikisini de tekrar ikiye ayırırsak (Karartanlar ve kararmışlar ile aydınlanmışlar ve aydınlatanlar olarak) etken ve edilgen yapıyı her yerde görebiliriz. Karartanlar, kendisi dışındaki herşeyi köle sayan şeyhtanlardır. Gizledikleri gerçeklerle, özgürce uçmalarına müsaade etmedikleri cinleriyle gezinirler etrafta. Bu cinler kanatları olduğunu bile unutmuş, unutturulmuş kuşlardır aslında. Aydınlatanlar ise tek olanı bilen ve anlatan tüm kölelik düzenlerine karşı birleştiricilerdir. Onlara İnSAn adı verilir. Onlar Adem'in isimleri öğrenmiş halidir. Ve etraflarındaki tüm kanatlı meleklere o isimleri haber verirler. Bu yüzden onların etrafında da kendi güzel kanatlarıyla özgürce uçan melekler vardır.

  Cinler, pes ettikleri yerde yanlış ipe tutunan kuşlar, bilseler o ip aslında zamk gibi yapışmakta kanatlarına. Şeyhtanlar; bildiği ipin sağlamlığına emin, cinlerin alkışlarına bağımlı olmuş ve o ipe en çok yapışmış kuşlar. Aydınlatan kuşlar, kanat çırparak etraflarını rüzgara boğan havalanmış kuşlar. Gözleri gökyüzündeki tek ipe odaklanmış kararla uçmaktalar. Aydınlananlar, o rüzgarın etkisiyle kanatlarının farkına varan şaşkın yer melekleri önce. Her melek havalandığında ise o da bir aydınlatan artık. O da özgür bir kuş, aynı hedefe doğru uçan. Işık ona dokunmasa bile ışık verir misali özgür üstelik.

  Kimi zaman herkes mutlu fakat içindeki o derin boşluğa anlam verememekte hiçbiri. Mutlu olmak kişisel elbet ama o derin boşluk kişinin sandığı kişiden daha derin bir kişi olmasında saklı aslında. Bu yüzden mutlu olana tam olarak yetmiyor o sığ mutluluk aslında. Devamlılığını nasıl yakalarım sorusunun peşinde durmadan. Aradığı cevap kim olduğuna daha derinden baktığında gözüküyor ona. Tek olan hakikate bakan gözleri bir etmeye and içiyor her yeri.

   Anlıyor ki mutluluğundaki eksik; tüm diğer kardeşleri. Herkesi cennete taşıyana kadar huzur yok şimdi ona. Çoğalamayan mutluluğun yarım kalmış bir iş olduğunun farkında artık. Kanat çırpıyor daha da kuvvetle, daha da kuvvetli rüzgarlar için. Güzel olan ne varsa üstü tozlu, açılsın şimdi bu rüzgarla. Ve kim varsa elinde zincirle gezen kibirli, yıkılsın yine bu rüzgarla. İnanıyorsak eğer gerçek uçmanın duasına, haydi hep birlikte davranalım dostlar kanat çırpmaya. Levh-i Mahfuz rüzgarlarını hissetmeyen kalmayana kadar bu dünyada.
      DELİRECEKLERE GELSİN
   Tanrıyı bulmadan önce onun karşısına çıkabilecek cesareti bulmalıdır insan. O cesaret, susmayan zihnimizde sürekli yankılanan ‘NEDEN?’ sorusuna olan güvenimizden gelir. Kimi bu soruyu hiç sormaz. Kimi de bu soruya inanmaz. O yüzden onunla sadece ona inanan ve onu arayanlar konuşabilir. Şundan emin olun ki gerçek ‘Tanrı’ inancının kaynağı da evrendeki tüm olayların bir nedeni olduğuna inanmaktan başkası değildir.
   ‘Neden’ sorusunun kaynağı ise sadece ‘FARK’tır. Bu fark, insanın içindeki ile dış dünyada yaşadıkları arasındaki uzaklık kadardır. (Rahim olan Zul-Karneyn olmaktan kurtulamaz)
Bunun için önceleri kaçarlar dış dünyadan yalnız kalacakları mağaralarına. (Kavmini terk eden İbrahim, bir ateş gören Musa, uzaklaşan Meryem, Hîra’daki Muhammed gibi tüm Ashab-ı Kehf)
Kendisiyle başbaşa kalacak kadar ölüdür onlar artık dış dünyaya. Nedenleri soracak nefesleri kalmayana kadar kalırlar orada. Sadece sevgiyle büyüyen kalplerine güvenirler. Ve hakikatle buluştuğunda bu gençler; ‘TEK’ olan yerde soran ile cevaplayan birleşir.( Nefisler birleştiği zaman)
   Asıl macera bundan sonra başlar. Mağaralarından bir cevapla döner daima bu gençler. O cevap, TEK olanın birleşmeye olan çağrısıdır. Seslendikleri toplumda, sevgi ve eşitlik içeren bir bakışa sahip olan şahitler vardır. Bu şahitler, cevabı bu kadar güzel anlatan o kişiyi hemen tanırlar. Gözyaşlarıyla şehrin öbür ucundan koşup gelenlerdir onlar. Deli deliyi gözünden tanır ya işte bu aşıklar için bu sözün doğrusu şöyledir: Veli veliyi özünden tanır.
   Vakit çok mu geç? Sessizliğin hakikat dostları kalmadı artık mı sanırsınız? Ya da yazdığım bu yazıdaki parantezleri mi anlamadınız? Öyleyse siz henüz Levh-i Mahfuz’la tanışmadınız.
     DOKUNMAK SERBEST
     YANMAK SEÇİM ARTIK,

   Uzayı düşlerken, uzayıp giden boşlukta küçülen bir ben olur bedenimiz. Aynı beden, atomaltını düşlerken nasıl da büyür oysa gözümüzde. Hiyerarşik sınıflamalara şartlanmış beynimizle, bu varoluşta kendimize bir yer beğensek de kalıcı olmadığımızı biliriz. Dönüşüm ve hareketin hiç durmadığı bu evrende tutunabileceğimiz sağlam bir durak var mı gerçekten dışarıda? Yoksa durakların hepsini geçici kılan bu hareketliliğin asıl nedeni, içimizdeki meraklı bir çocuk mu zıplamaya doymayan? İşte bu yüzden, tüm bu fiziksel araştırmalar zihnimizi yorsa da asıl peşinde olduğumuz gizem, canlılıkta kilitlenir kalır.
   Ve canlılık, eğer mutluysak güzeldir. Yani bucak bucak kaçarken cehennemden, ailecek cennetin peşindeyizdir. Unutmamalı ki izleyenin izlemeye doyamadığı rüyaları yaşarken hiç bitmesin dediğimiz de olur, ağrı ve acılara dayanamayıp ölmeyi dilediğimiz kâbuslar da. Pekiyi rüyaları kâbuslardan ayıran o fark nereden gelir? İçeriden mi dışarıdan mı? Dışa doğru mu büyümeli, içe doğru mu küçülmeli? İkisini de aşabilen içimizdeki başka bir güç mü yoksa cevap; keşfedilmediği için henüz dokunamadığımız?
   Dokunmak için önce keşfetmek gerekir şüphesiz. Keşfedilene kadar her bilgi bize yasaklıdır. Mesela şu an dış dünyada elektron mikroskobuyla izlediğimiz o virüsler, 100 sene evvel yoklardı diyemeyiz. Dış dünyayla ilgili gelişen bilgi düzeyimiz hakimiyetimizi geliştirse de bu hakimiyet, mutlu olmamıza yetmez. Dış dünyaya ait bilgiler, yine dış dünyadan korunmaya ve gelişkin bir algıya aracı olurlar sadece. Mutluluk ise iç dünyamıza ait bir bilgidir.
   Mutluluğun kaynağı o bilgiler, bundandır ki içeriye yapılacak keşiflerden çağlar. Dış dünyayı keşfeden beynimizin ateşini serinleten tek şey de; iç dünyamızı keşfeden kalbimizden taşan bu bilgilerle yazılan aşk şarkılarıdır elbet. O şarkıların en güzelini dinliyoruz şimdi Kur’an’dan. 1400 yıldır sesini duyamadığımız kulaklarımızın paslı kilidini açan bir anahtar sayesinde. O anahtar ki bir levhada sunuyor bize; okuduğumuz ama göremediğimiz o derin bilgiyi. Dokun, dokunabilirsin artık der gibi de cesaretlendiriyor üstelik. sevgiyle, rahmetle açılıyor kapılar bir bir. Aşk gülümsüyor içimizden, bir çocuğun yanaklarında. Hatıralardaki aynalardan tanıdık bir çocuk bu üstelik. ‘Değiş dünya değiş’ diye zıplıyor masumca ve kendinden emin. Azalıyor giden karanlığın gürültüsü onun her yeni zıplayışında. Selam veriyor içine bakan dostuna ve diyor ki Levh-i Mahfuz’a dokunsana.

21 Kasım 2013 Perşembe

      KENDİME SORU-yorum.
   Son verebilir misin ben demeye? Ya da sen verebilir misin kararı bu işte?
Nedir bizlik, tek olanın diyarında? Geri döndüğümde buhar olup göğe; kabımda değilken hani, tanıyabilir miyim ki hâlâ beni? Pekiyi buhar kalmak mıdır marifet ya da su olup yağmak mıdır yeniden yere? Ben, beni köle mi kıldım kendime? Yoksa tek iken bizi hayal etmekten midir tüm bu çile? Biter mi bitmez sandığım bu döngü? Yoksa hepsi bir oyun mu? Ya cevaplar sorulardan önce vardıysalar, sormayı bıraksam kim olurum?       Tek Tanrı olabilir mi ki göklere ve yere sığabilen biri? Ya da her yere sığan, her şeyin, her zamandaki tek sahibi O belki. Sığmak, ne sığ bir kelimeymiş meğer.
    Yaratım biter mi? Biterse yaratan ölmüş olmaz mı? Hayal etmek bitmiyorsa şayet, ilk hayallerim midir en sevdiğim yoksa son hayallerim mi? Son olan ilkinden iyi olacak belli ki.
    Cennet kapısı açılacak sonunda. Tüm gelişkin hayallerin buluşma noktasında. Mutlu olmayı öğrenebilenler girecek içeri. Çünkü cennetteki tek haram; mutsuz olmak. Yani razı olmamak, şükür etmemek ve hayal edememek. 
    Kimim sorularımın cevabı anladım ki MiM. Bir güzel Kur’an dinledim ve bir parça anladım “Rahman Rahim”. Levh-i Mahfuz aldı şüphemi. İnanarak söylüyorum şimdi. Hayaller kurarak çok uzun zamanlar geçirdim. Vakit boldu, ol dedim oldu. Durmayı seven hayallerim donduruldu. Dönmeyi seven hayallerim de döndürüldü. Selam olsun hepimize. Duran da benim, yürüyen de.

20 Kasım 2013 Çarşamba

       BİR Mİ TEK Mİ?
   Bir çocuğun oynarken yaşadığı mutluluğu kendi içinde hissedemeyenler vardır. Onlara göre çocuklar gürültücü varlıklardır. Hatta onlara göre kendi ruh halleri o sırada ne duymak istiyorsa onun dışındaki her ses gürültüdür. Dünyanın ondan izin almadan dönmesine bile öfkelidir onlar.
   İşte tek ruh olduğumuzu unutmanın bedeli bu öfkedir. Bu öfke, yalnız ve terkedilmiş bir ruh olduğunun yanılgısında kilitli kalmaktan ileri gelir. İşte bu kısırdöngü; yalnız olanın yalnız olmadığını anladığı bir derin sessizliğin, tek olanı anlatmasıyla son bulur. Zaman denilen geçit, yalnız olan birin tek olduğunu anlayacağı sıfırlanma yolculuğudur. 
   Tüm birler kendi ilahlıklarını ararlar ve onlara göre her yer, ilahlar savaşıdır. Arayışları ölümle de bitmez bu savaşcıların. Ölüm, hakikati henüz bulamayan birlerin yeniden bir bedenle birlenmeleridir sadece. Arayış, ölmeden ölmek anlamına gelen sıfıra varmakla biter sadece. 
   Sıfır: Artı ve eksiyi anlayan geniş bir bakışın ortasındaki noktadır. Kendine selam verebilen insanın ruh haline kavuşmaktır. “La ilahe illallah”ı dilinle söylemek değil, kalbinle anlamaktır. Sıfır, Levh-i Mahfuz’dadır.

19 Kasım 2013 Salı

        YELKOVAN KAÇKINLARI
Anlayamadığım şey, sevgiden yoksun zombilerle yaşamanın aslında ne kadar ölümcül olduğunu fark ettiğimde başladı. Beynimi tepside sunacak halim yoktu. Teslim olmak gerekse şayet, ben bir ölüye değil; yaşamın kendi diriliğine teslim olurdum şüphesiz. Dünyadan kaçışım ve sanal dünyayı sevmem de bunun içindi çocukken. Tutunup kaçtığım bir yelkovandı bilgisayar, zamandan çaldığım. İnternet ile birlikte sarılıp buluştukça diğer yelkovan kaçkınlarıyla; akrebe tutunabilecek cesareti yakalamaktayız şimdi. Bu zombiler diyarında kendi yaşam alanı mağarasına kaçıp korunan mutlu arkadaşlarımın artışı ümit veriyor artık. Sessizlik ise her geçen gün daha da zor gelmekte bize. Akrebe asılacak atlayışa az kaldı sanırım. Bir kişi görsem, zombilerin akrebine ters yönde tutunan; ölümüne atlayacağım yakalamak için elini. Çünkü anladım ki zombileri uyandıracak olan o saat, sevgiden sadece bir saat geri.
Hislerim bu benzetme gibi delilere özgü cesaretle ayakta. Fakat ben neden oturuyorum? ‘Ölmek için’ geldiğim bir yerde, bu: ‘Yaşamaya çalışıyormuş’ hissi neden? Pekiyi bir damlanın, okyanus hayali; düştüğü yerin toprak olduğunu anladığında biter mi gerçekten? Hırs dolu benliklere, aslında yaşamadıklarını haykıracak çocuklara ne oldu?
Kim anlatabilir bana dünyadaki sınırların uzaydan neden görülmediğini? Uzayı dünyaya tercih eden o zombi kardeşler, uzayın boş ve soğuk olduğunu neden göremezler? Anlıyorum, eskiden uzay hayal ve dünya gerçekti. Fakat şimdi bir astronot için bakarken yere, dünyada olmak tatlı bir hayal değil mi? Güzeli görebilmek ve özlemek için illa uzaya mı yollamalı bu zombileri? Levh-i Mahfuz elektroşoku ile defibrile olmak ne güzel.
                    BİR İNSAN VE TÜM İNSANLIK
   Şaşıyorum kendime. Spritüel bir kişiliğim yok. Hiç gitmedim kontrollü bir şekilde başka bir aleme.
Temasım da sıfır öyle bir gerçeklikle. Rüyalarımdaki bazı ilginçlikleri saymazsak tabi.
   Oysa buradan çok oraya, kendimden çok tek tanrıya inanıyorum. Felsefe ise hayatımın baş parçası. Düşünmeyi ve hayal etmeyi çok seviyorum. Kendi kendine konuşanlardanım anlayacağınız. Yaşamayı öğreniyorum, acele etmeden. İnanıyorum ki neredeysem o an; elbet bir sebebi vardır. Sebebi olmayan bir ‘yaprak düşüşü’ bile olmadığı gibi.
   Yokluğa inanmıyorum en çok. Varlığın dışında kalabilen bir hayal bile değil o benim için. Yokluk gerçekten yok. Hayal edilesi kayboluş perdelerinin hepsi de bu yüzden geçici, yani tüm hayaller ölümlü. Dönüş kaçınılmaz bu yüzden, tek gerçek olan varlığa.

   Her hayalime nefes verdiğim için canlıyım ben. Ve nefesim, hayal olgunlaşana kadar büyür zihnimde. Olgunlaşan hayallerime OL derim. Her ol, geri GEL demektir nefesime. Ve verdiğim her nefes; ne kadar çoğalsa da geri döner mutlak bana. Rastlamam hiç olmayan o yokluğa kaçanına. Rastlarsam zaten ölürüm ben. İşte bu yüzden de ölmem. Nefeslerim içinde genişledikçe iyice daralıp incelenler önden gelir hızla, kavuşmanın heyecanıyla. Diğerleri de kapı açılınca cennete, kapılıp girdaba sürüklenirler dönüşe, istese de istemese de.
   Bir hayal incelince yeterince, bir insan kurtuluverir cehennemden. Ve bir insan yeter, tüm insanlığı kurtarıp eve geri döndürmeye o cehennemden. Levh-i Mahfuz cüretiyle tutuşan rahmet ışığı, tüm karanlıkları fethedecek ve nefes birleşip cennete geri dönecek.

12 Kasım 2013 Salı

      Neden ölümlüyüz?
-Onsuz yaşayamam dediğimiz şeyleri seçebilmek için.
-Genişleyen bir kalbe varmak için.
-Yenilenmek için.
-Ölüme gülecek kadar, tüm hayalleri sevebilmek için.
...
      Kim demiş ölümlüyüz?
Kıyamet ölünce kopar derler ya. Evet ama ölünce kopmasının nedeni; ölmüş olmamız ve herşeyin bitmesinden değil, öldüğümüzde hatırladığımız ölümsüzlüğümüzle yeniden başbaşa kalmamızdandır.
Ölmeden ölebilmek ise bu gerçeği önceden görebilmektir. Görmeden inanmak ise şüpheleri aşıp teslim olmaktır bu düşünceye.
Felsefede buluşulan yeni düzlem ve onun sahibi ne kadar da güzel. Levh-i Mahfuz felsefesine tüm cannlarım feda olsun şimdi. Şeyhtanlar ya sussun ya da kovulsun denilen o zamana dirilmeli. Ama önce affetmeli kendi içinde hepsini. Unutmamalı ki insan; vahşi hayvanları da sever, tıpkı ceylanlar gibi.
Hepimize Selam ve sevgiyle,


     CYRANO DE BERGERAC
   Bu oyundan yeni çıktım. Zihnimde, Levh-i Mahfuz ile süslenirken eser, çok şeyler de yeniden pekişti yerlerine.
Hepimizin söylediklerinin ardında tek bir suflör var aslında. Karanlığın arkasında saklanan o suflör, şafağa yaklaştıkça biz; kendisini tanıtıyor artık Levh-i Mahfuz satırlarından bize.
   Evet, fotoğraf kağıdıyız biz hepimiz. Arkadaki ışık ise bizim tek suflörümüz. Ve ışığı arıyorsak o ışık hepimizden yansır yere. Her fotoğraf kağıdı bir teferruat, perdeye düşen renkli bir melek sadece.
   Işık ise tek, acabası yok. O tekin olduğu yerde başka 1 de yok. 1e 1le varamayız bu yüzden. 11 de değil aradığımız o cevap. Sıfır olmalı önce Aşkla. O sıfırla varılır ancak 10'a. Evet, Işık tek acabası yok. Öyleyse sevmemek için herşeyi artık, sebebim yok.
   Söyleyin ölecekse bu satırları yazan; onda konuşan kim? Ve sorun kendinize; ölecek o gözlerinizden, bunları okuyan kim?
   Hiç karışmasın aklınız da Ruh'unuz duysun şimdi sesimi. Hiç ölmeyenler dinlesin şimdi.
Her şeyi ve her yeri, her zaman seven dostlar toplanıp hiçi konuştular. Öğrenmekte olan biri dedi ki "Hiçliği anlatayım size dostlar. O; hiç sevmediğim bir yer sadece o kadar."

4 Kasım 2013 Pazartesi

           PES ETME KAPTAN
     Hayat, hayale atlamaktır; onu gerçekleştirebilmek için. Görmek, duymak, koklamak, dokunmak ve tatmaktır onu böylece. Hayat ilk dersi öğrenene kadar hep zordur. O ders, pes etmemektir. Bu dersi geçen birisi için 2. ders ise zor olan herşeyin kolay oluverdiği neşeli bir bahçede geçer artık. 
     Tüm hayat, bir hayal perdesidir aslında; beyin bilgisayarımızda dokuduğumuz. Perdenin önünde miyiz ardında mı? Cevap sadece bir bakış açısı. Doğru açı ise doğru yönü veren bir dümene bağlı elimizde tuttuğumuz. O ellerimizle inanç yazılımlarını yükleriz her yeni gün beynimize. 
     Ellerimiz, hep beynimizin üstünde. Yazılımı yazan o ellerimizdir Ruh hallerimiz. Rabbin halden hale geçmeyi öğrettiği Ruh(yazılım) öğrencileriyiz. Rahim bir kaptan olunca limana geri döneceğiz.
     Levh-i Mahfuz açısıyla sıfıra ayarlamayı seçiyoruz şimdi dümenimizi.
Yelkenler fora… Selam ve sevgiyle,