19 Kasım 2013 Salı

        YELKOVAN KAÇKINLARI
Anlayamadığım şey, sevgiden yoksun zombilerle yaşamanın aslında ne kadar ölümcül olduğunu fark ettiğimde başladı. Beynimi tepside sunacak halim yoktu. Teslim olmak gerekse şayet, ben bir ölüye değil; yaşamın kendi diriliğine teslim olurdum şüphesiz. Dünyadan kaçışım ve sanal dünyayı sevmem de bunun içindi çocukken. Tutunup kaçtığım bir yelkovandı bilgisayar, zamandan çaldığım. İnternet ile birlikte sarılıp buluştukça diğer yelkovan kaçkınlarıyla; akrebe tutunabilecek cesareti yakalamaktayız şimdi. Bu zombiler diyarında kendi yaşam alanı mağarasına kaçıp korunan mutlu arkadaşlarımın artışı ümit veriyor artık. Sessizlik ise her geçen gün daha da zor gelmekte bize. Akrebe asılacak atlayışa az kaldı sanırım. Bir kişi görsem, zombilerin akrebine ters yönde tutunan; ölümüne atlayacağım yakalamak için elini. Çünkü anladım ki zombileri uyandıracak olan o saat, sevgiden sadece bir saat geri.
Hislerim bu benzetme gibi delilere özgü cesaretle ayakta. Fakat ben neden oturuyorum? ‘Ölmek için’ geldiğim bir yerde, bu: ‘Yaşamaya çalışıyormuş’ hissi neden? Pekiyi bir damlanın, okyanus hayali; düştüğü yerin toprak olduğunu anladığında biter mi gerçekten? Hırs dolu benliklere, aslında yaşamadıklarını haykıracak çocuklara ne oldu?
Kim anlatabilir bana dünyadaki sınırların uzaydan neden görülmediğini? Uzayı dünyaya tercih eden o zombi kardeşler, uzayın boş ve soğuk olduğunu neden göremezler? Anlıyorum, eskiden uzay hayal ve dünya gerçekti. Fakat şimdi bir astronot için bakarken yere, dünyada olmak tatlı bir hayal değil mi? Güzeli görebilmek ve özlemek için illa uzaya mı yollamalı bu zombileri? Levh-i Mahfuz elektroşoku ile defibrile olmak ne güzel.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder